İstifa ve Kıdem Tazminatı Talebinde İşçiye Verilen Güvenin Korunması
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2010 yılında verdiği kararlardan biri, istifa ve kıdem tazminatı talebini içeren bir uyuşmazlığa ilişkindir. İstifa eden işçide yaratılan güvenin doğuracağı sorumluluğun irdelendiği kararda yer verilen değerlendirmeler özetle şunlardır:
“ …Davacı dava dilekçesinde, (x) Büyükelçiliği Silahlanma Ateşeliği'nde tercüman olarak çalıştığını işveren temsilcisinin fesihten üç-dört ay önce kadro azaltılmasına gidileceğini ve işten çıkarılacağını, bu arada iş aramasını, kıdem tazminatı ödeneceğini belirttiğini; bunalıma girdiğini bu sebeple tazminatları ödemek koşulunu, ayrılma dilekçesinde belirterek verdiğini, İşverenin kıdem tazminatını ödeyeceğini sözlü olarak belirtmesine rağmen ödemediğini, onbir yıl çalışan bir işçi olarak tazminatsız ayrılmasının yaşamın olağan koşullarına aykırı olduğundan söz ederek kıdem tazminatı isteminde bulunmuştur.
Davalı taraf, davacının daha iyi koşullarda iş bulması nedeniyle ayrıldığını ifade ederek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, istifa gerekçe yapılarak dava reddolunmuştur. Karar davacı tarafça temyiz olunmuştur.
Uyuşmazlık iş sözleşmesinin fesih noktasında toplanmaktadır. Önümüze gelen bir hukuki uyuşmazlıkta güvenin meydana gelmesini sağlayacak koşullar önem taşır. Kanunun getirdiği güvenin korunmasına ilişkin ilk ayrımın ötesinde en çok tartışılan doğal öğelerdir. Doğal öğeler temelinde insan davranışını ele alır. Yazılı ve sözlü olabilir. Bu bağlamda sözlü ifadeler, çeşitli vesika ve belgeler örtülü irade davranışlarını da sayabiliriz. Açık irade beyanın korunması pek sorun yaratmasa da örtülü irade beyanın aynı kolaylığı taşıdığından söz edilemez. Ancak bu halde de ortada korunması gereken bir güven söz konusu ise hukuken de bir sonuç doğurması kaçınılmazdır. Burada öne çıkacak durum irade beyanın ya da zımni hallerin gerçek hak sahiplerini/ gerçek durumu yansıtıp yansıtmayacağıdır. Güven sorumluluğuna yaklaşımında bir diğer yön dürüstlük kuralından doğan yükümlülüklere aykırı davranmanın söz konusu olmasıdır... Uyuşmazlığın her iki hukuki olgunun birlikte değerlendirilerek güven sorumluluğu ilkesi doğrultusunda çözümü gerekir.
Davacının işverence çıkarılacağı olgusu (y) Büyükelçiliğinin 08.09.2006 tarihli mektubundan anlaşılmaktadır. Anılan mektupta davalı Ateşenin tercüman kadrosunun kaldırılacağının bildirildiği ifade edildikten sonra, davacının kendi elçiliğinde göreve başladığı belirtilmiştir. Davacının 09.06.2005 tarihli sağlık kurulu raporunda depresyon teşhisi konmuştur. Davacının 18.04.2005 tarihi ayrılış yazısında, ‘tazminatımı ödeyeceğinizi hatırlatırım’ ifadesi bulunmaktadır. Öte yandan… ‘in meslektaşına yazdığı 22.09.2005 tarihli belgede de, (x ateşesinin), davacının tazminatları ödenmesi için gerekenin yapılacağı sözü verildiğini ancak yasal olanakların olmadığı ifade edilmiştir.
Tüm bu delillerin güven olgusu ile birlikte değerlendirilmesinden işverenin davacı işçiyi çıkaracağı beyanı yanında tazminatlarının ödeneceği konusunda güven verildiği anlaşılmaktadır. O halde davalı tarafın, kıdem tazminatı ödeme yükümlülüğü güven sorumluluğu gereğidir. Kıdem tazminatı isteğinin bir hesaplamaya tabi tutularak hüküm altına alınması gerekirken yazılı şekilde reddi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
… Dava; kıdem tazminatı alacağının tahsili istemine ilişkindir… Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; Davacı işçinin, işyerinden kıdem tazminatının ödeneceği konusunda verilen güvene dayalı olarak, istifa suretiyle ayrılış şeklinin kıdem tazminatını gerektirip gerektirmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, taraflar arasındaki somut uyuşmazlığın çözümünde etkili olduğu düşünülen ‘güven ilkesi’, ‘güven kavramı’ ve ‘güven sorumluluğu’ hakkında açıklamalarda bulunulması yararlı görülmüştür. Hukukun evrensel ve genel ilkelerinden olan ‘dürüstlük ilkesi’ (Türk Medeni Kanunu m.2), bazı alt ilkelerin doğmasına sebep olmuştur. Bu ilkelerden birisi ‘ahde vefa ilkesi’, bir diğeri de ‘güven ilkesi’dir. Yine dürüstlük ilkesini temel alan bir akım da, irade beyanlarının yorumunda ve dolayısıyla sözleşmelerin kurulup kurulmadığını tespitte ‘korunmaya layık haklı güveni’ esas alan ‘güven ilkesi’ dir. Bu güven ilkesi de, ‘hukuki görünüşe güvenin korunması’ alt ilkesini doğurmuştur (Burcu Kalkan Oğuztürk, Güven Sorumluluğu, İstanbul 2008, 1).
Güven kavramı, anlam itibariyle sadece, etik ve moral beklentilerin mevcut olduğu bir kavram değildir. O, aynı zamanda, toplum içerisindeki bireylerin iletişiminde çok ciddi rol oynayan ve bazı durumlarda eksik kalmış, tamamlanamamış ya da üstü kapalı olarak geçirilmiş, bazı irade beyanlarının yorumlanması ve tamamlanmasında önemli derecede etkisi olan psikolojik-sosyolojik bir kavramdır. Bilgilendirme gereksinimi içinde, güven kavramının, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamları da mevcuttur. Bir görüşe göre güven kavramı, toplum içerisinde, bir bireyin diğer bireylerle olan ilişkilerini tamamlaya da yol gösterici bir rol oynayan, tamamen insanın kendi iç dünyasıyla ilgili bir davranış, bir ruh hali, bir zihniyet, bir anlayıştır… Güven kavramının temelinde; doğruluk, dürüstlük, açık sözlülük, içtenlik, gerçeklik, haklılık gibi anlamlar yatmakta; güven kavramının anlamı da sayılan bu ilkelere dayanmaktadır. Bu anlamda güven, iki taraflıdır. Bir birey, ya karşısındakine güvenir, ya da karşısındaki, o bireye güven verir. Bir kimsenin, çevresine verdiği güven, aynı derecede bir karşılık ve hukuki olarak korunma gerektirmektedir… Özel bir ilişkiye girmiş taraflardan biri, hukuka ve güven ihlali söz konusu olduğunda da hukukun öngördüğü yaptırıma güvenerek karşı tarafa güvenmiştir. Karşı taraf omuzlarına da bu güvenden dolayı, doğru ve dürüst davranmak ve sadakatli olmak yükümlülüğü yüklenmiştir. Kendisine güvenilen taraf da yapmış olduğu kendi davranışları ile bu güven olgusunu meydana getirdiği için, güvenen tarafa kendisine neden güvendiği hususunda bir itiraz hakkı söz konusu olmayacağı öğretide ileri sürülmüştür (Oğuztürk, 4, 9).
Gerçekten de, her iki tarafın menfaatlerini korumak ve dengelemek için ileri sürülen güven ilkesine göre, bir irade beyanını anlamak ve değerlendirmek için, beyan muhatabınca bilinen ve bilinmesi gereken bütün hal ve şartları Medeni Kanun m.2'de düzenlenen dürüstlük ilkesi gereğince değerlendirmek gerekecektir. Böylece, beyana ne anlam verilmesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu ilkeye göre, korunan karşı tarafın-beyan muhatabının- ‘haklı güven’idir. Beyan muhatabının gerekli dikkat ve özeni göstermeksizin, beyanı nasıl anladığına bakılmayacaktır. Beyan muhatabı, kendisine ulaşan beyanı, dürüstlük ilkesi gereği, bildiği veya bilmesi gereken tüm unsurları dikkate alarak anlamalıdır. Yani, onun bu beyanı o şekilde anlaması MK. m.2 uyarınca haklı görünmelidir. İşte bu ilke, meydana gelen adaletsizliği ve taraflar arasında gerçekleşen sorunu çözmüş olmaktadır. Zira, güven ilkesi ‘karşılıklı birbirini gözetme’ ve ‘bağlılık’ esaslarına dayanmaktadır. Bu ilkeye göre, hem beyan sahibinin hem de beyan muhatabının menfaatleri dengede tutulmuş olmaktadır. Bir yandan beyan muhatabının, dürüstlük kuralına (objektif iyiniyet) göre, bildiği ve bilebileceği bütün olguları değerlendirerek beyana vermesi gereken anlama olan haklı güveni korunmakta; diğer yandan ise, beyan sahibinin yaptığı beyanının, makul ve dürüst bir sözleşen insan tarafından anlaşılması olağan biçimde anlaşılacağına dair haklı güveni teminat altına alınmaktadır… Güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için, bir kimsede hukuken korunmaya layık bir güvenin olması, bu güvene dayanılarak bir tasarruf işleminde bulunulması, tüm bunların da bir kişiye isnat edilebilmesi gerekir. Yukarıda güven sorumluluğuna ilişkin belirtilen genel şartlar, aynı zamanda Alman Hukukunda da aranmaktadır… Öte yandan, güven sorumluluğu kavramı, 90'lı yılların ortalarına doğru, İsviçre Federal Mahkemesi kararlarına da konu olacak şekilde uygulama içerisinde, ciddi biçimde ağırlığını göstermeye başlamış, bu kavramın hukuk biliminde yer almasını sağlamıştır (Oğuztürk, 37–38, 128, 166).
İsviçre Federal Mahkemesi'nin kararları ve İsviçre Hukuk uygulaması, özellikle, bir kimsenin, karşı tarafta oluşturduğu güveni daha sonraki davranışlarıyla hayal kırıklığına dönüştürmesini, yani söz konusu olan çelişkili davranışları korumadığı anlaşılmaktadır… Güven sorumluluğunun Türk Pozitif Hukuku'nda özel bir kanuni düzenlemesi bulunmamakla birlikte; Türk Hukuk Öğretisinde dürüstlük kuralından hareketle bir olayda güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için şu şartlar aranmaktadır: Olayda bir ‘güven’ unsuru bulunmalı, zarar gerçekleşmeli, yaratılan hukuki görünüme güvenin pozitif olarak korunması anlamında geçerlilik sonucu bağlanmamalı, zarar ile yaratılan hukuki görünüş arasında nedensellik bağı söz konusu olmalı, başka hukuki kurumların uygulama alanına giren herhangi bir durum söz konusu olmamalı, hukuki görünüşü yaratan kimse kusurlu olmalı, kişinin haklı güveni, yani olayda iyiniyeti bulunmalıdır… Haksız fiil zararının söz konusu olduğu haller ile diğer sorumluluk ilkelerinin devreye girdiği hallerde söz konusu olmayan güven sorumluluğu ancak, Türk-İsviçre Hukuku'nda MK.m.2 ve MK.m.3 ışığında Canaris'in ‘Negativer Vertrauensschutz-güvenin negatif-menfi-olumsuz korunması’ olarak nitelendiği hallerde söz konusu olabilir. Güven sorumluluğu olabilmesi için, BK. 36/2.maddesinde olduğu gibi, bir ‘hukuki görünüşe haklı güven olgusu-Rechtsscheinhaftung’ söz konusu olmalıdır (Oğuztürk, 184, 268, 271).
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacı işçinin istifa dilekçesi ve işverene hitaben yazdığı diğer dilekçelerin içeriğinde, işveren temsilcisinin davacı işçiye, onbir yıl çalışma süresine tekabül eden kıdem tazminatının ödeneceği konusunda taahhüdünün bulunduğunu belirtmiştir. Ayrıca (x) Büyükelçisinin, (y) Büyükelçisine cevabi nitelikteki 22.09.2005 tarihli mektubunun içeriğinde ise, işveren temsilcisinin kişisel olarak davacının tazminatlarının ödenmesi için gerekeni yapacağına dair söz verdiğini, ancak yasal metinler ve idari dairelerin, sözlü vaatlerden daha ağır bastığını ifade etmiştir.
Dosyadaki tanık beyanlarından ve yazışma içeriklerinden, davalı işverenin, kadro azaltılmasına gidileceğinden bahisle, davacıya gelecekte mevcut işini garantileyemediğini ve bu nedenle yeni bir iş bulması gerektiğini söylediği anlaşılmaktadır. Davacı işçinin, davalı işverene ait işyerinden ayrılmak istememesine rağmen, gelecekte işsiz kalma korkusu ve işverenin sözleşmeyi fesih tehdidi altında önceki çalışmalarının karşılığı olan kıdem tazminatının ödeneceği konusunda verdiği güvene dayalı olarak istifa suretiyle, davalı işyerinden ayrılmıştır.
Görüldüğü üzere, davalı işverenin beyan ve davranışları, davacı işçide istifa ettiği takdirde kendisine kıdem tazminatının ödeneceği konusunda haklı bir güven oluşturmuştur. Davacı işçi, kendisinde uyandırılan bu haklı güven dolayısıyla işsiz kalmamak amacıyla, davalı işyerinden istifa suretiyle ayrılmak zorunda kalmış; ancak, beklemediği şekilde, iş sözleşmesinin işveren tarafından feshi halinde, onbir yıl çalışmasının karşılığı olarak alacağı kıdem tazminatından mahrum edilmiş; zarara uğratılmıştır.
Dolayısıyla, davalı işverenin kıdem tazminatını davacı işçiye ödeme yükümlülüğünün kaynağı güven sorumluluğudur. Bu şekilde ortaya çıkan güven sorumluluğu ise, dürüstlük ilkesinin bir gereğidir.
Öte yandan, onbir yıl çalışan bir işçinin işyerinden ayrılmasını gerektirecek herhangi bir neden yokken, beklenmedik şekilde iş sözleşmesini feshetmesi ve bu feshin tazminatlarından vazgeçecek şekilde işten kendi isteği ile ayrılma (istifa) şeklinde gerçekleşmesi de, hayatın olağan akışına uygun düşmemektedir. Daha da önemlisi, işverenin beyan ve davranışları ile işçide yarattığı güvenle çelişki oluşturacak şekilde tazminat ödeme yükümünden kaçınması çelişkili davranış yasağını oluşturur ki, böyle bir davranışın hukuken korunması beklenemez.
Nitekim aynı ilkeler, Hukuk Genel Kurulu'nun 17.10.2006 gün ve 2006/9-612 E.-622 K.; 23.05.2007 gün ve 2007/9-288 e.-286 K. sayılı kararlarında da, benimsenmiştir. O halde, yerel mahkemece, yukarıda belirtilen maddi ve hukuki olgular gözetilmeden, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi isabetsizdir. Şu durumda, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır…”( Yarg.HGK. 10.2.2010, 9–39/ 71).
DEĞERLENDİRME:
1- Dava konusu olayda davacı işçi, (x) büyükelçiliğinde çalışırken, kendisine kadro azaltılacağı bildirilmiş ve iş araması, kıdem tazminatının ödeneceği ifade edilmiştir.
2- Davacı bu beyan üzerine, tazminatının ödenmesi gerektiğini belirten bir yazı ile işten ayrılmıştır.
3- Yerel mahkeme davacı işçinin bir davranışını istifa olarak değerlendirmiş ve alacak talebini reddetmiştir.
4- Yargıtay özel dairesi kararı bozmuştur. Bozma kararında, işverenin davacı işçiyi çıkaracağı beyanı yanında tazminatlarının ödeneceği konusunda ona güven verdiği, bu sebeple güven sorumluluğunu gereği olarak davalı taraf (x) büyükelçiliğinin, kıdem tazminatı ödeme yükümlülüğü bulunduğu belirtilmiştir.
5- Yerel mahkemenin direnme kararı üzerine konu Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun önüne taşınmıştır. Hukuk Genel Kuruluna göre, davacı işçinin istifa dilekçesinde, işveren temsilcisinin davacı işçiye, onbir yıl çalışma süresine tekabül eden kıdem tazminatının ödeneceği konusunda taahhüdünün bulunduğuna dikkat çekilerek, işçinin oluşturulan bu güvene dayalı olarak istifa ettiği belirtilmektedir. Hukuk Genel Kuruluna göre davacı işçi, kendisinde uyandırılan bu haklı güven dolayısıyla işsiz kalmamak amacıyla, davalı işyerinden istifa suretiyle ayrılmak zorunda kalmıştır. Ancak beklemediği şekilde kıdem tazminatından mahrum edilmiş, zarara uğratılmıştır. Dolayısıyla, davalı işverenin kıdem tazminatını davacı işçiye ödeme yükümlülüğünün kaynağı güven sorumluluğudur. Bu şekilde ortaya çıkan güven sorumluluğu ise, dürüstlük ilkesinin bir gereğidir. Daha da önemlisi, işverenin beyan ve davranışları ile işçide yarattığı güvenle çelişki oluşturacak şekilde tazminat ödeme yükümünden kaçınması çelişkili davranış yasağını oluşturur ki, böyle bir davranışın hukuken korunması beklenemez. O sebeple özel daire kararı aksine verilen direnme kararı bozulmalıdır.
6- Davanın seyrinden de anlaşılacağı üzere, karar konu olayda işverenin işçi üzerinde yarattığı beklentiye aykırı eylemi korunmamaktadır. Bu yaklaşım da güven sorumluluğu olarak tanımlanmaktadır.
7- Güven sorumluluğu, bilgi vermeden kaynaklanan sorumluluğun hukuki temelini ortaya koyan teorilerden birine dayanmaktadır. Bilgi verenlerin üçüncü kişiye karşı sorumluluğunu güven sorumluluğu olarak kabul eden bu görüşe göre, hukukî işlem alanında davranışlarıyla güven sağlayan bilgi veren ile üçüncü kişi arasında, meydana gelen edim yükümünden bağımsız kanunî borç ilişkisinin ihlâli, üçüncü kişide bu sebeple oluşan güven zararlarının tazmini sorumluluğuna yol açar. Bu sorumluluk, ne haksız fiil ne sözleşme sorumluluğudur. Bunların ikisi arasında bulunan üçüncü bir sorumluluk sebebi olan güven sorumluluğudur. Güven sorumluluğu, güven sağlanması ile meydana gelen güven ilişkisi veya edim yükümlerinden bağımsız borç ilişkisinin ihlâli sonucunda oluşan bir sorumluluktur. Edim yükümlerinden bağımsız borç ilişkisi sözleşme öncesi safhada culpa in contrahendodan sorumluluğu, sözleşme kurulduktan sonraki safhada ise, üçüncü kişiyi koruyucu etkili borç ilişkisini açıklar. Bilgi verenle-üçüncü kişi arasında menfaatlerin zıt olması durumunda, üçüncü kişiyi koruyucu etkili borç ilişkisine başvurmak, bu kurumu haklı kılan düşünceye aykırı olduğundan kabul edilemez. Onun yerine edim yükümlerinden bağımsız borç ilişkisinin sözleşme öncesi safhası bölümünü oluşturan culpa in contrahendodan sorumluluk esas alınır. Çünkü bilgi veren, kendisiyle sözleşme yapanın yanında yer almakta, onun menfaatlerini korumak amacıyla üçüncü kişinin sözleşme kuracağını veya tasarruflarda bulunacağını öngörmesine rağmen, yanlış ve yanıltıcı bilgi vermektedir. Culpa in contrahendodan sorumluluğun temeli ise, sözleşme kurulması sürecinde, sözleşmenin varlığına ve geçerliliğine yönelik güvenin boşa çıkmasına kusuruyla sebep olan görüşme tarafının sorumluluğu olup, bu esas kanunda bazı konularda düzenlenmiş (BK 26, 36/11, 39, MK 452/II585), düzenlenen konular dışında ise, hâkim doktrin ve yerleşik uygulama tarafından kanundaki hükümlerin kıyasen uygulanması ve borç ilişkisinin kapsamının sözleşme öncesi safhayı da içine alacak şekilde genişletilmesi ile kabul edilmiştir. (Çiğdem Kırca, Bilgi Vermeden Dolayı Üçüncü Kişiye Karşı Sorumluluk, Ankara 2004, 112).
Dayanak hangisi olursa olsun, sözü edilen koruma yükümlülüğüne aykırılık, sözleşmenin eşiğinde bir sorumluluğa, teknik ifadesiyle culpa in contrahendodan sorumluluğa neden olmaktadır. Taraflar aktin kurulma aşamasında, sanki akit kurulmuşcasına sorumlu tutulabilmektedir.
8- Öğretide güven nazariyesinin, sadece karşı tarafın genel olarak güveninin korunması anlamını taşımadığına dikkat çekilmektedir. Buna göre tarafların güveni, ancak karşılıklı gözetme ve bağlılık esaslarının haklı gösterdiği ölçüde korunur. Bir yandan karşı tarafın, objektif iyiniyet kurallarına göre bildiği veya bilebileceği bütün olguları değerlendirerek beyana vermesi gerekeni anlama (haklı) güveni himaye edilmekte, diğer yandan da beyan sahibinin, gerekli ihtimamı göstererek formüle ettiği beyanının, mâkul ve dürüst bir sözleşen tarafından anlaşılması mutat olan biçimde anlaşılacağına dair (haklı) güveni teminat altına alınır. Bu esaslar ise, hem güven nazariyesinin temelinin, dürüstlük (objek¬tif iyiniyet) kuralında (MK. 2) aranması gerektiğini belirten hâkim fikri doğrular hem de tarafların kendilerini diğer tarafın yerine koyarak düşünmeleri yolu ile insanlık (Humanitas) prensibi kendini belli eder (Bkz. Necip Kocayusufpaşaoğlu, Güven Nazariyesi Karşısında Borç Sözleşmelerinde Hata Kavramı, İstanbul 1968, 10 ve orada belirtilen yazarlar ).
9- Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı üzere güven sorumluluğu esasen, koruma yükümlülüğüne dayanak olan kavramlardan biridir. Gerçekten de sözleşme tarafları, akdin kuruluşu aşamasında, koruma yükümlülüğü çerçevesinde hareket etmek durumundadırlar. Yani sözleşme ile ilgili olarak birbirlerine güvenmelidirler. Söz konusu koruma yükümlülüğünü, MK.2 anlamında taraflara düşen dürüst davranma borcun dayandırabilmek de mümkünüdür.
Öğretide söz konusu güven ve koruma yükümlülüğü daha ziyade akdin kuruluşu aşaması için irdelenmiştir. Hatta bu bağlamda sorumluluğun, sözleşme öncesi safhada culpa in contrahendodan sorumluluğu, sözleşme kurulduktan sonraki safhada ise, üçüncü kişiyi koruyucu etkili borç ilişkisini açıklamaya yaradığı dile getirilmiştir. Dolayısıyla güven sorumluluğu, sözleşmenin yürürlüğü aşamasına ilişkin olarak pek de irdelenmemiştir. Ancak dava konusu olayda anılan sorumluluk, ne culpa in contrahendodan sorumluluğu ne de üçüncü kişiyi koruyucu etkili bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Olay, sözleşmenin işleyişi aşamasında gerçekleşmiş ve bu bağlamda değerlendirilen işveren beyanı, feshin sonuçlarını tümüyle değiştirmiştir.
10- Yukarıdaki açıklamalardan hareket edildiğinde, dava konusu olayda culpa in contrahendodan doğacak bir sorumluluktan bahsetmenin mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Zira davacı işçinin, işverenin güven sorumluluğu bağlamında irdelenen davranışına muhatap olduğu tarih itibarıyla işyerinde onbir yıldır çalıştığı anlaşılmaktadır. Yani olay sözleşme süresi içinde gerçekleşmiştir. Uyuşmazlığa neden olan olayın, sözleşmenin kuruluş aşamasına ortaya çıkan bir durumla da bağlantısı bulunmamaktadır.
Bu durumda güven sorumluluğunun sözleşme kurulduktan sonraki işlevi gündeme gelmektedir. Yukarda da belirtildiği üzere güven sorumluluğunun bu aşamadaki işlevi ise, üçüncü kişiyi koruyucu etkili borç ilişkisini açıklamaya yönelik ele alınmıştır. Oysa dava konusu olayda, böyle bir durum da söz konusu değildir.
11- O halde dava konusu olayla ilgili olarak cevabı aranan soru, sözleşme ilişkisi içinde güven sorumluluğunun bulunup bulunmadığıdır.
Esasen güven sorumluluğu, bir tür koruma sorumluluğudur ve yukarda da belirtildiği üzere genelde, haksız fiil veya sözleşme sorumluluğundan bağımsız bir sorumluluk kaynağı olarak görülmektedir. Dolayısıyla sorumluluğa sebep olan eylem haksız fiil ya da sözleşmeye aykırılık sayılamadığında, koşulları varsa güven sorumluluğuna başvurulabilecektir.
Bu noktadan hareket edildiğinde, güven sorumluluğuna başvurabilmek için, dava konusu olayda önce, davalı işverenin davranışının sözleşmeye aykırılık oluşturup oluşturmadığı ele alınmalıdır.
İşçi ve işverenin karşılıklı edimlerini içeren iş sözleşmesinde işçinin sadakat borcu, işverenin de gözetme borcu bulunmaktadır. Her iki borç da oldukça kapsamlıdır ve bu kapsam iş ilişkisinin niteliğine göre belirlenmektedir. İş akdinin işçi ile işveren arasında kişisel ilişki kuran niteliği, işçi yönünden işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, bu çıkarlara zarar verebilecek her türlü davranıştan kaçınmak, buna karşılık işveren açısından işçi¬yi korumak ve gözetmek biçiminde kendisini gösterir. İş akdinin niteliği gereği, iş ilişkisi içinde işveren işçiye yardımcı olmak, onun çıkarlarının zedelenmesine yol açabilecek davranışlardan kaçınmak, gördüğü iş dolayısıyla uğrayabileceği zararlara karşı gerekli önlemleri almakla yükümlüdür (Sarper Süzek, İş Hukuku, İstanbul 2009, 346).
İçeriği çalışma ilişkisine göre belirlenen koruma ve gözetme borcu, oldukça geniş kapsamlıdır. İşçinin kişiliğinin korunması kadar, onun yaşam, sağlık ve beden bütünlüğünün ko¬runması için gerekli önlemlerin alınması da işverenin işçiyi gözetme borcunun doğal gereğidir. Bundan başka, işçiye gerekli bilgilerin verilmesi, yol gösteril¬mesi, yetkili makamlara zamanında bildirimde bulunulması, işçiye kendisini il¬gilendiren bazı belgeleri inceleme olanağının tanınması, ona ait eşya ve araçla¬rın korunması vb. geniş anlamda gözetme borcunun kapsamında yer alır. İşvere¬nin işçiyi gözetme borcunun kapsamı dürüstlük ve iyi niyet kuralları (MK 2) ile belirlenir ve sınırları çizilir (Süzek, 346).
Uygulamada ve öğretide, işverenin koruma ve gözetme borcu (dar anlamda), işçinin vücut bütünlüğünü korumaya yani iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini alma yükümlülüğüne indirgenmişse de aslında söz konusu borç, çağdaş çalışma ilişkilerinde karşılaşılacak özel halleri de kapsamına alacak bir esnekliğe sahip kabul edilmelidir. İşçi ve işverenin birbirlerine hasım ya da rakip olmadıkları anlayışından hareket edilerek, sözleşme süresi içinde işçinin menfaatlerinin korunmasına özen gösterilmesi gerektiği kabul edilmelidir. Sadakat borcu kapsamında şüphesiz aynı durum, işçi için de geçerlidir. Yani işçi de işini görürken işverenin menfaatlerini korumalı ve ona zarar veren eylemlerden kaçınmalıdır.
İşverenin koruma ve gözetme borcu, kapsamı itibarıyla sadece işçinin karşılaşabileceği riskleri ya da maruz kaldığı zararları gidermekle sınırlı görülemez. İşçinin alacağı kararlarda yanlış yönlendirilmemesi de, işverenin bu yükümlülüğünün bir gereği kabul edilmelidir. Dolayısıyla işveren, işçiyi haklarından mahrum edecek karlar almaya sevk etmemeli, onda yanlış kanaatler oluşturacak söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Bu durum işçiyi alacağı kararların hukuki sonuçları hakkında bilgilendirmek, onu hakları konusunda aydınlatmak demek değildir. İşverenden beklenmesi gereken sadece, işçiyi yanıltmaması ve ona gerçek olmayan beyanlarda bulunmaması olmalıdır. Zira çağdaş çalışma yaşamı içinde, taraflardan, aldıkları kararların asgari sonuçlarını bilmelerini beklenebilir.
12- Aslında Yüksek Mahkemenin güven sorumluluğu ile ulaşılmak istediği sonuç da budur. Yüksek Mahkemeye göre, davalı işverenin beyan ve davranışları, davacı işçide istifa ettiği takdirde kendisine kıdem tazminatının ödeneceği konusunda haklı bir güven oluşturmuştur. Davacı işçi, kendisinde uyandırılan bu haklı güven dolayısıyla işsiz kalmamak amacıyla, davalı işyerinden istifa suretiyle ayrılmak zorunda kalmış ancak, beklemediği şekilde, iş sözleşmesinin işveren tarafından feshi halinde, onbir yıl çalışmasının karşılığı olarak alacağı kıdem tazminatından mahrum edilmiştir. Dolayısıyla olayda davalı işverenin gerçek olmayan beyanları bulunmaktadır ve bu beyanlara davacı işçi tarafından iyi niyetle verilen anlam, işçiyi zarar vermiştir.
Oysa, beyan sahibi iradesine uyan bir beyanda bulunduğu, daha doğrusu bu be¬yan karşı tarafça onun iradesine uygun biçimde anlaşıldığı sürece, yapılan beyan irade nazariyesine uygun olarak, beyan sahibinin (şüphesiz beyanda ifadesini bulan) iradesine göre sonuç doğurur. Güvenin, beyan sahibinin iradesinin yerini aldığı hallerde, beyan sahibinin beyanı yorumlanmakta ve gerçek ira¬desine uymadığı görülmektedir. Bu gibi durumlarda, karşı tarafın gü¬veninin korunması düşüncesi işe karışmakta ve hukukî sonuç, beyan sahibinin bu sonuca yönelmiş bir iradesi bulunmadığı halde, san¬ki varmışçasına meydana gelmektedir. Bu durum öğretide irade özerliğinin sınırlanması ile açıklanmaktadır. Buna göre, klâsik irade özerk¬liği prensibinin, genel objektif iyiniyet (dürüstlük) kurallarının (MK. 2) tabiî bir sonucu olan güven prensibi tarafından sınırlanmış bir şe¬kilde, âdeta onun ipoteği altında yürürlükte olduğu söylenmektedir. Borçlar hukukunun temelinde de bu iki prensip yatmaktadır. İrade nazariyesi anlamında irade özerkliği ve onun yanında yer alan ve eş değerde bir kural olarak güvenin korunması (Kocayusufpaşaoğlu, 11 ve orada belirtilen yazarlar).
13- Bu durum karşısında, işverenin beyanına güvenerek işten ayrılan davacı işçinin bu davranışını, sözleşme süresi içinde de güven teorisi kapsamında açıklayabilmek mümkündür. İşçi, işverenin irade beyanına, iyiniyet ve dürüstlük kuralları çerçevesinde bir anlam vermiştir. İşverenin beyanı, bu iyiniyetin ipoteği altındadır ve anlamını bu bakış açısı belirleyecektir. O sebeple davacı işçinin işverene inancı korunmalıdır. Bu yanı ile içtihat isabetlidir.
Ancak kanımızca işverenin iyiniyetli işçide yarattığı bu yanlış algıyı, onun işçiyi koruma ve gözetme borcu kapsamında da değerlendirebilmek ve sözü edilen yükümlülüğüne aykırı görebilmek de mümkündür. İşveren, işe alırken ve iş gördürürken korumak ve gözetmek zorunda olduğu işçisini, işten ayırırken de yanıltmamalıdır. Dolayısıyla davalı işverenin, davacı işçide yanlış kanaat oluşturacak beyanlarda bulunması ve bu beyanlara iyiniyetle verilen anlamın gereği olarak kendisinden beklenen davranışlardan kaçınmasının, iş akdi içinde işçiyi koruma ve gözetme borcuna aykırılık olarak da değerlendirilebileceği kanısındayız.